Projenin doğum sancıları nasıl başladı? (Proje4L) Kutluğ Ataman: "Peruk Takan Kadınlar”ın ortaya çıkışı çok klasik bir süreç aslında. 5. Uluslararası İstanbul Bienali için Venedik Bienali’nin küratörü Harald Szeemann İstanbul’a geldiğinde, “Semiha B. Unplugged” adlı film çalışmamı görmüştü. Daha sonra ben Berlin’deyken çalışmamı çok beğendiğimi iletti. Bana “Daha başka ne yapabilirsin, elinde ne var?” diye sorarak Venedik Bienali’ne davet etmişti. Ben de açıkçası Venedik Bienali için yeni bir şey yapmak istemiştim. Aslında Venedik gibi büyük bienaller, hep prömiyer yapmak istiyor. Tabii bana kalırsa bu biraz da sanatçı için bir haksızlık oluyor. Semiha Berksoy işi geldikten sonra, -ben de güncel sanat meselelerini pek bilmiyordum- Vasıf’a (Kortun) danıştığımda bana mutlaka yeni bir iş yapmam gerektiğini öğütledi. İşte o sıralarda bir partide, Melek Ulagay'la tanıştım. Öyküsü son derece ilgimi çekti. Bir beş ay kadar bu projenin | |
konsepti üzerine düşündüm. İlk başta kel bir kadın aradım. | Kutluğ Ataman |
Yani bir anlamda siz de kendi ‘kelliğinizi’ onlara ispat etmek gibi bir süreç yaşadınız. Çünkü onlarla aynı sıkıntıları yaşadınız, kendi ülkenizde aynı ‘perukları’ taktığınıza onları ikna etmeniz gerekiyordu.
Kutluğ Ataman:Evet. Tabii. Kesinlikle öyle. Zaten o türden bir güveni oluşturmadığın sürece bu türlü işleri yapamıyorsun. Semiha Berksoy’la film çalışması işinde de bu türlü bir durum yaşadım. Benim de kendisi gibi bir sanatçı olduğumu, aynı duyarlılığı taşıdığımı hissetmesi gerekiyordu. Dikkat ederseniz çalışmalar hep sohbet havası taşıyor.
Neredeyse terapi edici bir durum... Kutluğ Ataman :Evet. Onlar senin de kendileri gibi olduğunu düşündükleri için seninle aslında iç konuşma yapıyorlar. Zaten benim konseptim, yapıtlarımın güncel sanat alanında varolma biçimi de bununla birebir ilişkili: Bütün bu işler aslında benim otoportremin tuğlaları. Yoksa “Ah bu adam çok ilginç, ah bu kadın çok acayip” gibi bir durum söz konusu değil. Kendi tutkularımı, kendi problemlerimi, ya da bunların abartılı hallerini bu insanlarda görüyorum ve o insanlarla bu şekilde çalışabiliyorum. |
Sizce bu projenin ülkedeki ‘kültürel şizofreniyle ilişkisi’ nedir?
Kutluğ Ataman:Aaa, şizofreninin ötesinde, çok daha ciddi bir parçalanma söz konusu. ‘Ülke’ dediniz mesela, ‘toplum’ demediniz. Çünkü bir tek toplumdan bahsedilemiyor. Üst üste geçmiş, böyle sürüyle bir toplum bir dar alanda sıkışmış; neden dar alan? Çünkü Osmanlı’dayken sınırları 20 kez genişlemiş burasının ve tarihe bakarsan sınırlar çok kısa bir süre içinde daralmış; yirmide birine inmiş; böyle ‘hüüp’ diye küçülmüş. Ve çok değişik kültürel altyapıdaki insanlar bir anda bu coğrafyaya sıkışıvermişler.
Amerika Birleşik Devletleri’nin başına tuhaf bir şey geldiğini düşün. Ve bütün ülkenin Alaska ya da Teksas’a sıkışıp kaldığını farz edin. İşte bizim yaşadığımız da bu kadar büyük bir travma aslında. Sırf o değil, çevrendeki tüm ‘eyaletler’ de senden davacı! Öyle bakarsan, tabii bu toplumun da çok sağlıklı olmasını bekleyemezsin. Bu noktada bu toplumu idare etmek gibi bir paranoya ortaya çıkmış. Bu paranoya belki vakti zamanında haklıydı ama şimdi toplum da, tatlar da birbirine karışıyor. O zaman ne oluyor? Artık yaşanan baskı fazla gelmeye başlıyor. İşte bu aşamada bu sergideki türden işler, toplumların arasındaki iletişim sinirleri olarak gündeme geliyor. |
Empati kurmakla belki...
Kutluğ Ataman: Evet, kesinlikle. İşimin politik tarafı bu. Örneğin bu sergi nedeniyle Kanal 7, Yeni Şafak ve Zaman gazeteleriyle iletişim kurdum. Elimden geleni yaptım. Ama tabii snobca davranabilenler olabilir, seküler veya sınıfsal ayrım gözetebilenler olabilir. Müslüman kesimin büyük çoğunluğu aynı zamanda alt orta sınıf ve fakir kısmı teşkil ediyor. Oysa içinde bulunduğumuz yer çok burjuva bir ortam. Güncel sanatın varolduğu bu ortam yani. O zaman biraz bundan da korkulabilir.
“Peruk Takan Kadınlar” projesinin genellikle televizyonla beslenen bir kitleye etkisi konusunda öngörüleriniz var mı? Kutluğ Ataman :Herhalde "Bu neden sanat?” diye soranlar olacaktır. Televizyonda da bir sürü ‘konuşan kafalar’ görüyoruz. Bu tür soruların gelmesi çok doğal. Tek bir çalışmayla çok büyük bir değişimin yaşanacağını zannetmiyorum. O tür ideallerim çok gençken vardı tabii. Toplum için sanat gibi. Bunun yavaş yavaş, vaazla değil de mesajla olabileceğine inanıyorum. |
Peruk Takan Kadınlar’ın karşısına dikilince bir tür ‘Dolby Surround’ ses tekniği gibi, görsel, işitsel ve sosyal bir ‘surround’ duygusu kaplıyor içimi. “Kendi”nden uzakta duran, diyalog kurma olanağı oluşmamış, ya da benden kaynaklanan nedenlerle kurulamamış diyalogların ortasına düşüyorsun. Dört ayrı dünyadan beyine ‘broadcast’ yapılıyor. Bu konuda neler söylerdiniz?
Kutluğ Ataman:Benim düşünerek, sürekli geliştirdiğim bir konsept. Semiha B. çalışmasında da bu vardı. Ama tabii orada ayrı ayrı Semiha’lar tek bir kanaldan yayın yapıyordu. O ‘surround’ dediğiniz şey içerikte vardı belki. Çok kanallılık, ya da gerçeğin sürekliliği, tek olamayışı. Orada süreyi de çok uzun tuttum; hiçbir zaman tamamının seyredilemiyor olması durumu. Mutlaka arada geri geliyorsun. Ama hep kaçırdığın şeyler oluyor. İşte Peruk Takan Kadınlar’da bunu dört kanala bölerek altını daha da çizmek ve gerçekten üç boyutlu bir halde gerçekleştirmek istedim. ‘Ruhuma Asla’da ise bunun ötesine geçerek altı oda oluşturdum. Her odada filmin bir bölümü sürekli görünüyor orada. Orada ‘narrative’ bir alanın üçüncü boyuta yayılması durumu, bir üç boyutlu heykel söz konusuydu. Bu proje de, herşeyden önce bundan dolayı bir enstalasyon.
Enstalasyonlarda sürekli olarak öne çıkan bir şey var sanki; sergilenenin ‘kamuya mal edilmesi.’ Bu da sanatçının ‘al işte ben bunu söylüyorum kardeşim’ diye bas bas bağırmadığı bir durum yaratıyor. Peruk Takan Kadınlar’da bunu fazlasıyla hissetmek mümkün. Kutluğ Ataman: Bu projede her insan, dört yayının her birini ayrı ayrı seyrediyor. Ama aynı anda izleyici, kendi kafasında bir beşinci insanın montajını yapmaya başlıyor. Ve o beşinci, her insana göre değişiyor. Burada da Brechtiyen bir teknik var bana kalırsa. |
Projenin kitabının Türkiye’de çıkmasını siz mi istediniz?
Kutluğ Ataman: Kitap sadece Türkiye’de çıktı. Ve başka bir ülkede çıkmayacak. Bunu istemiyorum. Bu bir bakıma iyi, bir bakıma kötü. Esasen çok iyi, çünkü böyle bir doküman kalacak. Özellikle bir enstalasyon uzun ömürlü olamıyor. Yok olup gidiyor. Kitapta en azından bir referans olarak metin kalıyor. Bu kimlik sorunu şu an Türkiye özelinde o kadar önemli ki aslında. “Ay bu eser elit güncel sanat ortamında sanat eseri olarak kalmalı” demek benim için lüks olurdu. Öte yandan basında biraz zorlandığımı söyleyebilirim. Çünkü kitap enstalasyondan daha önce ortaya çıktığı için “biz o haberi daha önce tükettik” gibi çok cahilce reaksiyonlarla da karşılaştım. Ama önemli değil. Bence kitabın önemi daha ağır basıyor. Pişman değilim.
Ekodan, yankıdan, yani bir diğer deyimle yapıtın “ses kurgusundan” bahsedelim biraz. Filmleri izlerken insan gözü ne kadar nankörse, ne kadar dilediği şeye göz gezdiriyorsa, yankılanan sesler de o kadar inatçı. Bir sesi almak istemediğiniz zaman sizi öteki kulaktan yakalayabiliyor. Niçin? Sesi ayrı ayrı kulaklılklara da verebilirdiniz...
Kutluğ Ataman: Birçok nedenden dolayı ben bunun böyle kalmasını istedim. Günümüzde radyo frekanslarıyla ses pekala ayrı ayrı verilebiliyor. Ben böyle olsun istemedim. Birincisi, sesin rahatsız etmesi, seni bir diğer sesin diğerine çekmesi gerekiyordu. Bu sesler birbirleriyle yarışsın ki, toplumdaki bu kaotik kakafoni ses yoluyla resmedilebilsin istedim. “Her kafadan bir ses çıkıyor” sözü kötüdür aslında. Ama ben burada, her kafadan bir ses çıkması gerektiğine inanıyorum. Bu patlamanın olması gerekiyor. Çünkü şimdi hiçbir ses çıkmıyor. Sadece Ankara’dan bir tek ses çıkıyor. İnsanlar çok korkmuşlar, konuşuyorlar. |
Bir örnek vereyim. Refah Partisi, ortaya çıktığı vakit çoğu sol kesim tarafından Türkiye’deki tek demokratik, gerçek halkçı söylem olarak görülmeye başladı. Ama aslında bunların hiçbiri değildi, sadece Refah Partisi’ydi. Tabii Refah Partili filan değildim ama, bunları inandırıcı buluyordum. Başa geldiler. Ve hiçbir şey fark etmedi. Bu yüzden 28 Şubat da beni hiçbir şekilde alakadar etmiyor. Ben 28 Şubat’ı bir iktidar çekişmesi olarak görüyorum. Bu kadar basit. Tüm bunların ötesinde bir patlama gerekir, ki bunu da sosyal değil, kişisel bir patlama olarak kabul edebilirim. Ne alternatif bulunmalı, ne yapılmalı, deniyor. Alternatif olduğunu söyleyenler de böyle olamıyorlar. Geçenlerde Kemal Derviş’e, genç kızlardan biri “Biz tartışmadan devrim yapacağız”demişti. Bunun askeri darbeden ne kadar değişik olduğunu merak ediyorum. Korkunç bir şey bu.
Proje için dışarıda bırakmak zorunda kaldığınız kadınlar oldu mu?
Kutluğ Ataman: Hayır. Açıkçası o zamanki Türkiye’de benim görebildiğim bu kadardı. Zaten işin kurulması şu anda bile o kadar zor ki, bir beşincisi çok daha problem yaratacaktı. 1999 Türkiyesi’nde benim görebildiğim bu kadardı.
Projede bana göre en fazla öne çıkan olgu, ‘sosyal haklar’. Ne dersiniz?
Kutluğ Ataman: Bu aslında biraz da sizin çektiğiniz beşinci filmi gösteriyor. Çünkü Türkiye’de sosyal haklar o kadar karmaşık ve gerçek bir durum arz ediyor ki, sizin bunu böyle düşünmemenin neredeyse imkanı yok. Ben de zaten, işin sanatçısı olarak inisiyatifimi kullandım, böyle bir izin aldım ve kitabı yayınladık. Ben bu yapıttaki insanlarla birlikte varolmak istiyorum. Aslında ben o kadar toleranslı bir insan değilim. |
Hoşgörü, birini hoşgören kişinin, hoşgörü gösterdiği kişiyi aşağılama şeklidir aslında. Ben çokluğun zenginlik olduğuna inanıyorum. Travestilerin de, Müslümanların da, Alevilerin de, Türklerin de, Çeçenlerin de, Kürtlerin de varolmasını istiyorum. Birbirinin yaşamına tehdit içermeyen ne kadar çeşitlilik varsa, o kadar zengin olmasını istiyorum. Bu yüzden bu kesimlerin varolmaması beni üzer. Yoksa ben onlara katlanıyorum gibi bir durum kesinlikle yok. Ama ayrıca hırsızların, katillerin, baskıcıların, çetelerin de olmamasını istiyorum. Çünkü bunlar diğerleri üzerinde güç kullanan kesimler.
Bir toplumun başında yaşayan bitler...
Kutluğ Ataman: Aynen öyle.
Sizce Avrupa Birliği Türkiye için takmaya hazırlandığı bir tür peruk mu?
Kutluğ Ataman: Ben Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girmesini istiyorum. Bunu yalnızca konjonktürel nedenlerden ötürü istemiyorum. Türkiye’nin Avrupa’ya kazandıracağı çok şeyler olduğunu düşünüyorum. Ama Türkiye’de de birşeyler değişiyor ve bu da Avrupa Birliği’nin hoşuna gidiyor diye yapılıyorsa bunun taraftarı kesinlikle olmam. Bu çok korkunç bir şey zaten. Avrupa’dan Türkiye’yi izlediğin vakit, çıkan her gazetedeki olumlu haberin sonunda şunu okursun: “Türkiye Avrupa Birliği’ne girmeye çalışan bir ülkedir. Bu yüzden bu kanunlar değişmektedir.” Bunu okuyorsun ve sahte olduğunu düşünüp utanıyorsun. “Şark kurnazlığıyla yapılıyor” diyorsun. İdamı kaldıracaksan eğer, bunu Avrupa Birliği istediği için yapma. Zaten Avrupa Birliği bunu anlar, seni arasına almaz. Bu değişimler toplumdan gelmeli.
Projeyle birlikte sizdeki değişim için değerlendirmeniz olabilir mi?
Kutluğ Ataman: Mutlaka. Çünkü ben bu kadınların söyledikleri şeyleri hiçbir zaman reçete gibi önceden vermediğim için ne çıkacağını başından bilmiyorsun. Ve bu, senin yaşadığın bir performans gibi oluyor. Bunlar yan yana oynayana kadar da birbirlerine kattıkları ve birbirlerinden gizledikleri çeşitliliği yakalama fırsatın olmuyor.
Kadınların sergilenmesindeki sıralamanın özel bir gerekçesi var mı?
Kutluğ Ataman: Tamamıyla görsel bir sıralama. Üçüncünün siyah olması bana daha iyi geldi. Demet’in ise renkleri daha soluk, daha pasteldi. Ve tabii, dördünün bir resimmiş gibi durmasını da istedim. Aslında orada ideolojik olarak, tek bir dikdörtgen ‘frame’(çerçeve) var.
www.proje4L.org www.kutlugataman.com
Kutluğ AtamanPeruk Takan Kadınlar28 Mart’a kadar Çarşamba ve Cuma günleri arasındaSaat 12.00’den 20.00’ye dek Proje 4L – İstanbul Güncel Sanat Müzesi’nde.Tel: 0212 281 51 50 |
“Peruk Takan Kadınlar”ın gösterimi çerçevesinde Salı Günü Söyleşileri:19 Mart 2002, Salı, 18.30"Sözel Tarih/ Resmi Tarih ve bir Türkiye Manzarası”Etyen Mahcupyan, Ayşe Durakbaşa, Nevval Sevindi26 Mart 2002, Salı, 18.30 Video Sanatı: Dokümanter mi?, Mokümanter * mi?Vasıf Kortun – Tuna Erdem – Erden Kosova |
* Kutluğ Ataman’ın “dokümanter” ile “alay” anlamına gelen “mockery” kelimesini birleştirerek yaptığı kelime oyunu